Bundan 8 ay önce yengem Nazlı (o zaman evli değillerdi) aracılığıyla Google Student Ambassador (bundan sonra GSA olarak kullanacağım) programına katıldım. Zaman geçtikçe programın yalan olma yolunda emin adımlarla ilerlediğini farkettim. Bunun sebeplerini de Google İrlanda ofisine gelmeden önce tahmin bile edemiyordum. 6 hafta önce Aslıhan hanım’dan 2012-2013 GSA programıyla ilgili bir mesaj geldi. Bu seneki programı Avrupa ile yürüteceğimizi, başvuruları oraya yapmamız gerektiğini söyledi ve başvuru formunu yolladı. Çok heyecanlandım, oturdum, formu titizlikle doldurdum. Sorulardan biri de sene içinde yurt dışında okumaya gidip gitmeyeceğimdi. Gideceğim dedim, Hong Kong’a gideceğim. Başka bir soru da bana Amerikan vize formunu hatırlattı.

Bu soru şevkimi kırdıysa da formun geri kalan kısmından çok umutlu bir şekilde formu ilettim. Birkaç gün sonra “You are in” gibi bir mesajla havalara uçtum.

Takip eden ay süresince bir mesaj grubu kuruldu ve ulaşım – konaklama detayları iletildi. Heyecan dolu insanlar mesaj grubumuza anlık olarak “Oley, çok az kaldı” tadında mesajlar göndererek benim de heyecan duymama engel oldularsa da İrlanda yolculuğum hem ilk kez gideceğim için, hem Google olduğu için sıkıcı geçemezdi. Zira geleceğe dair sorgulamalarımın devam ettiği bu zamanlarda gezip farklı hayatlar görmek kadar iyi bir şey yok.

İrlanda’ya vardığımızda dünyanın en garip aksanına sahip insanlarla dolu bir memlekette olduğumu anladım. Sınır kapısı geçişinden otobüs bileti almaya, bavul koymadan otobüs beklemeye kadar biraz alışmış bulundum. Otele yerleşip biraz gezdik. Otele dönüp kaynaşma akşamının tadını çıkardık. Son olarak da “Eğlence kesmedi di mi arkadaşlar, haydi dışarı!!” diyen bir elemanın gazına gelip Dublin publarına akmaya başladık. Gece dönüşte yolun yarısına gelmiştik ki Türkiye’den iki arkadaş ayaklarının çok ağrıdığını, taksiye binmek istediklerini söyledi. Yolun sağından yürümeye başladık, gelen ilk taksiyi çevirecektik. Dakikalar geçtikten sonra yolun yanlış tarafından yürüdüğümüz ancak intikal etti.

Google’da geçirdiğim iki gün master programı gibiydi. Vizyon kattı, benimle benzer amaçları taşıyan yeni insanlarla tanışmamı sağladı ve içerik bakımından hiçbir şey öğrenmedim. (Master programlarıyla ilgili olarak bu izlenime kapılma sebebime de geliyoruz)

Program dahilinde geçen sene öğrencilere chromebook verilmiş. Ben de şahsen çok heves etmiştim. 6 saniyede açılan küçük canavarda yazıyor olabilirdim bu yazımı… Ama yine de Dublin’e gittim, güzel bir otelde konakladım, akşamları dışarı çıktım, dünyanın en minnoş laptop çantasını aldım, eğitimlere katıldım ve bir kuruş harcamadım.

gmail-bag

Resim kaynağı: petracross.com

Yurt dışı gezileri insana çok önemli bir özgürlük katıyor: İstediğini söyleyebilme. Türkçe bilen sayılı insan olduğu için dedikodu yapmak (çok az yaptım), küfür etmek (normalde de etmem) ve beynimizin iç kıvrımlarında kalmış türküleri söylemek (gezi hatıralarımdan çıkmayacak kısmını oluşturan olayın kıvılcımı buradan çıktı) çok daha kolay oluyor.

Pazartesi günü akşam yemeğinden sonra asansöre oturmuşum, oturmuş da bir türkü tutturmuşum.

Asansörden inince yeşil t-shirtlü bir çalışanla karşılaştım. Bana baktı, türkü duymanın onu ne kadar şaşırttığını söyledi. Ben de klasik cümlelerimle başladım, siz de mi burada çalışıyorsunuz, ne iş yapıyorsunuz diye sordum.

Kendisi, en azından o an aklımda kalan, Ortadoğu Afrika ve Batı grubu yöneticisiymiş. Ona duyduğum şaşkınlığı ifade edemedim. Kapıdan çıkarken ne mezunusunuz gibi sorular eşliğinde bizi akşamı geçireceğimiz dandik puba götürecek otobüslere yetişmeye çalışan diğer elçileri gördüm. Marmara Üniversitesi’nden mezun olup New York’ta MBA yapmış. Tam MBA önemli mi, ne gibi faydalarını gördünüz diye soracakken “Siz otobüslerinize yetişseniz iyi olur.” dedi. Hayır. Otobüs umrumda değildi. Konuşmalıydım. Sonra “Bana mesaj atın, [email protected]; bir kahve içeriz” dedi. Oley!!

Ertesi gün programımız çok doluydu. Gün içerisinde kaçıp görebileceğim bir fırsat yoktu. İTÜ’nün temsilcisi Dilara’nın da ısrarıyla mesaj attım. Ertesi sabah için (sabah 9’daki otobüsle hava limanına gitmem gerekecekti) randevu istedim. 8’de kahvaltı yapabileceğimizi söyledi. Oley!!

O günün akşamında eve erken döndüm, sormak istediğim birkaç soruyu hazırladım. Linkedin profiline göz attım. Uyudum. Sabah 7.30’da kalkıp Google ofisine yola koyuldum. Kapıya yaklaşırken karşıdan bisikletle geldiğini gördüm. Aman tanrım, birbirine saygı duyan insanların tam buluşma saatinde karşılaşması ne kadar da büyük bir tesadüf.

Buluşup içeriye girdik. Kahvaltılıklar mükemmeldi. Şüphe çekmeyeceğimi bilsem her karesini fotograflardım. Ama şunu söyleyebilirim, cevizli – kayısılı pankek yedim, ve sıcaktı.

Masaya oturduk. Anlatmaya başladım. Kafamda olup bitenleri, alakalı olabilecek geçmişimi, merak ettiklerimi… Bu sırada pankekim soğumaya başlamıştı. O önümde, özenle hazırladığı hindili domatesli sandviçini yiyordu. Konuşma sırası ona gelmişti. Ağzından çıkacak ilk sözün kalitesine göre sabah erken kalktığıma pişman olabileceğimin bilincindeydim. Anlatmaya başladı. Ortak yönlerimiz oldukça fazlaymış. Onun da ailesinin şirketi varmış, sürekli orad çalışmayı düşünmüş vs.

Konuştukça sorularım kafamda kesinleşti.

Bana masterda öğrendiklerinden bahsetti. Kısacası, master programını vize almak için kullanıp orada işe girmiş. Oranın iş yapma kültürünü gözlemleyip hangi iş hayatının kendine daha uygun olduğunu keşfetmiş.

Bana “Beni buraya bağlantılarım getirdi. Sen de böyle bir şey istiyorsan mastera gideceğine çevre edinebileceğin yerlere git.” dedi. Çok samimi ve açık sözlüydü. “Aile şirketin bir yere kaçmıyor. Kendine 2-3 sene ayırırsan daha sonra da oraya gidebilirsin. İçinde keşke diyeceğin bir şey kalmasın.” diyerek de aslında buluşmanın kendiyle değil benimle alakalı olduğunu bir kez daha bana hissettirdi.

Kafamda bazı şeyler oturmuştu. İstanbul’a döner dönmez bir eposta gönderip teşekkür ettim. Az önce de cevap aldım. Teması kesme demiş 🙂