Filipinler

Uzun zamandır 1-4 Mart’ta gerçekleştirdiğim Filipinler gezimi bekliyordum. Hong Kong’dan gidilebilecek en ucuz istikametlerden biri olması sebebiyle buradaki sınıf arkadaşlarım arasında da oldukça popüler. Gitmeden önce yaptığım araştırma Vikipedi ile sınırlı olup bileti almadan önce sadece vize gerektirip gerektirmediğine baktım. Neticede özellikle gidilmesi tavsiye edilen bir yer olmadığı için bu fırsatta gitmezsem bir daha gitmem diye düşünüyordum.

Cebu Havalimanı’na inip Amerika’da yapılan “Geri dönüş biletiniz var mı? Hangi otelde kalacaksınız?” geçtikten de geçtikten sonra Bohol’a doğru feribotla yola çıktık. Feribotta ilk insan temasını Sydney’de yaşayan birisiyle yapıp Filipinlileri tanıma turuna başlamış olduk.

Türkiye ve Avrupa’da arkadaşlarım kabanlarıyla gezerken Hong Kong’da bir gömlek giymek her zaman hoşuma gidiyordu. Ancak burada klima çalıştırmamız bile gerekiyordu. (Odada vakit geçirebilirsek) İlk günümüzü eski kilise, Çikolata Tepeleri, cadı makiler, hayvanat bahçesi, suda yüzen restoranları gezmekle geçti.

Motosiklet kiralayıp tüm gün gezmeyi düşünürken daha ucuza klimalı bir minibüs tuttuk ve bu sayede kaybolmadan, dertsiz tasasız, daha hızlı ve konforlu bir şekilde her yeri gezdik. Yolda da hayatında ilk defa pirinç tarlası görmüş insanlara (mesela bana) rehberlik eden Ayan (ismi böyle mi yazılır bilmiyorum) abimiz verdiğimiz paranın geri dönüşünü tavan yaptıran faktörlerden biriydi.

Aslında gördüğümüz her şey oldukça turistikti. Her yerin hediyelik eşya dükkanı, giriş ücreti vardı. Ama fiyatları düşününce (hayvanat bahçesi 50 kuruş, cadı makiler 1 lira gibi) çok da göze batmıyor. Turistik demek kötü demek değil, gayet bakımlı, temiz, güvenli yerlerde başka yerde göremeyeceğimiz şeyler gördük. Mesela çikolata tepeleri:

Herkesin güneş gözlüğü takmasının sebebi var. Gözlerime bakın.

Manzaranın tadını çıkarmak dışında yapılabilecek bir şey yoktu. Derseniz ki yeşil çikolata mı olur, buyurun efendim yeşil çikolata:

https://www.yemekevi.tv/YemekTarifleri/Ask-yemekleri-Cikolatali-Kek-Toplari_2803.html

Fakat ismi buradan gelmiyor, kuru mevsiminde yeşil otlar ölüyor ve her şey kahverengine dönüyor.

Çok ilginç olan bir başka şey de cadı makilerdi. Yazıyı yazana kadar Türkçe ismi olduğunu bilmiyordum. Bir el boyunda olan bu hayvancıklar geceleri ağaçtan ağaca zıplayıp çekirge yiyormuş, her gün de sabaha doğru kendi ağaçlarına geri dönüyormuş. Turizm açısından oldukça kullanışlı. Hangi ağaçta hangisinin olduğu belli, öyle put gibi uyuyorlar. Büyük gözlere sahip olmasının sebebi de geceleri rahat görebilmek. Bu sebeple ışığa fazla duyarlılar.

Hayvanat bahçesinde dev piton ve geko olduğuna inandığım hayvanlarla fotograf çektirilebiliyordu. Pitonla fotograf çektirmeye kortumsa da gekoyla bu fotografı çektirdim.

Ama insan üzülmeden edemiyor. Zannetmiyorum ki bu hayvanlar doğal yaşantılarında bir sürü insanın sırayla gelip fotograf çektirmesini hoş karşılayacaklarına. Zira hepimiz bir bütün halinde geyik yutan piton yılanlarına aşinayız. Oradaki görevliye hayvanlara bir madde verip vermediklerini sordum, o da bana muz verdiklerini söyledi. Bu sebeple de yazının ileriki yerlerinde İngilizce yeterliliğine değineceğim.

İkinci gün sabahı (abartısız 5.30) teknelerle ada sekmesi turuna çıktık. Yunusları gördük, şnorkellerle suya daldık ve denizin tadını çıkardık. Gezinin en faydalı ekipmanlarından biri de tartışmasız su altı kamerasıydı. Çekimler kalitesinde başarısız olduysak da fotograf çekebilmiş olmanın kıvancını yaşadık. Eğer yolunuz düşerse kesinlikle tavsiye ederim.

Tur yaparken kullandığımız tekne

Üçüncü günümüzde de balina köpek balıklarıyla yüzmeye gittik. Benim açımdan büyük hayal kırıklığı oldu. Evet, birkaç tanesi hemen yanımdaydı; yanından, altından, üstünden yüzdüm ve inceledim. Ama bulunduğumuz yere gelme sebepleri orada yerli halk tarafından beslenmeleriydi. Plankton ve karideslerle beslenen bu hayvanlara gezi boyunca karides hamuru atıp bölgeden ayrılmalarını engellediler. Haliyle de kendi halinde dolaşan bir balık yerine kendine yemek veren teknenin etrafında yemek bekleyen balıktı. Açıkçası dibimde bu şekilde görmektense az uzakta kendi yaşamını sürerken görmeyi tercih ederdim.

Çok bulanık çıkmış ama o resmi çektirdim, paylaşacağım
Normal bir balıkla olan boy farkına bakın

Yemesi içmesi oldukça keyifli. Her yemekte, arada, plajda bu frappelerden içiyordum. Tanesi 1,5-3 lira arasında fiyatlanıyordu. Oldukça taze ve lezzetlilerdi. Filipinliler ne yiyor bilmiyorum ama bizim orada sürekli barbekü veya Tay restoranları iş yapıyordu. Onun dışında da pizzacılar, burgerciler vardı.

Frappeler, buz gibi!
Yeşil mangolar çok lezzetliydi

En çok dikkatimi çeken şey de bu insanların turiste duydukları saygıydı. Sürekli bir bayım, efendim, aman şöyle gelin, böyle geçin… Ek olarak yardım sever ve iyi kalplilerdi. Deniz kestanesine basan Phoebe arkadaşımızın yardımına koştular; sirke, limon, sıcak su gibi malzemeleri bir yerden getirip ayağına uyguladılar. Sonra da ücret veya bahşiş beklentisi olmadan çekip gittiler.

Masaj yapan ve yaptıran insanlar

Gelelim İngilizce konusuna. Çoğu satış elemanı İngilizce biliyordu. Aksanları biraz garip ama anlaşılmaz değil. İngilizce bilmeyen de elinden geldiğince çabalayıp bir şekilde yardımcı oluyordu. Bununla ilgili utanç verici ve üzücü bir anımı paylaşayım: İlk akşam yemek yerken masamıza bir gitarist geldi ve şarkı söylemeye başladı. Ben de “Afedersiniz, ilgilenmiyoruz, gidebilir misiniz?” dedim. Sonuçta kendim dahil kimse bahşiş vermeye niyetli gözükmüyordu, adam vaktini kaybetsin istemedim. Dinleyip alkışlasak, üstüne de 1-2 lira versek yeterince mutlu olabilecekti. Hata ettim. Ertesi gün de bu hatamı telafi etmek için bir fırsat doğdu. Bir çocuk elinde gitarıyla bana ve yanımdaki arkadaşıma şarkı söylemeye başladı. Ben de etkileşime girip üstüne bahşiş vermeyi düşünüyordum. Çocuk durdu, ben de İngilizce şarkı bilip bilmediğini sordum. O da bana bütün şarkılarının İngilizce olduğunu söyledi. Yani yine, istemeden, bu çocuğun kalbini kırmış oldum. Bahşiş verdim, gitti.

Dönüş yolunda Bobod isimli bir minibüs şöförüyle havalimanına doğru yola çıktık. Kendisiyle sohbet etmeye çalıştım, iyi İngilizce konuşamadıysa da çabalıyordu. Aralık 1963 doğumlu olan bu abimiz 3 çocuk babası. Kendisi çocukken parası yetmediği için ilkokuldan sonrasını okuyamamış, o yüzden yabancı dili eksik kalmış. Eşinden ayrıldığı için çok mutsuz, ancak yaşam şartlarını kabul etmiş.

Yolda McDonalds’ta durup birer menü aldık. Minibüse geri döndüğümde kendisine patates ikram ettim. Filipinli adam pilav yer, bunları yerse de midesine oturur dedi, kabul etmedi. Çok nazik olan bu abimiz bizi havalimanına bıraktıktan sonra herkesten parayı alıp gidiyordu ki para vermediğimi farkettim. İnsan aldığı parayı saymaz mı? Saymayabiliyormuş işte. Ben de paramı verdim, ayrıldık.

Havalimanında güvenlik kontrolünden geçerken telefonuma bakan güvenlik görevlisiyle de arkadaşlarım gelene kadar sohbet ettim. İlginç olan bir şey vardı, o da bana Yılmaz Bektaş’ı tanıyıp tanımadığımı sormasıydı. Tanımıyordum, ama orada çok popülermiş, en azından güvenlik personeli öyle dedi.